Muhit-i İslamiyet

10 Temmuz 1911

Muhit-i İslamiyet

Muhit-i İslamiyet

10 Temmuz 1911 - Hicri: 13 Recep 1329, Rumi: 27 Haziran 1327

Beyânülhak - 5. Cilt 118. Sayı

Muhit-i İslamiyet, her türlü tecelliyata mazhar bulunduğundan pek latif, pek ruhperverdir.

Muhit-i İslamiyet, ("بُعِثْتُ لأُتَمِّمَ مكارمَ الأخلاقِ") neva-yı latifiyle kainata revnakbahş olan bir peygamber-i bi-nazirin saye-i atifetinde olanca mehasin-i ahlakiyenin menbaı, olcan fezail-i maneviyenin cilvegah-ı münevveri bulunmak şerefini haizdir.

Millet-i İslamiyenin ahval-i ruhiyesini teşri'e muvaffak olanlar itiraf ederler ki muhit-i islamiyette hal-i inkişafa gelen safa-yı ruh, safvet-i vicdan, fikr-i insaniyet hiçbir muhitte tecelli edememiştir. Bütün ebna-i cinsine karşı dest-i muhazeti uzatarak pek samimane, pek nezihane musafahada bulunmak, İslamlar için bir vazife-i ahlakiyedir. İslamlar, insaniyeti tebcil etmek, yekdiğerinin hakkına riayette bulunmak, birbirinin hüzün ve meserretine iştirak eylemek ile mükelleftirler. Bu muhit-i ulviyede perver şiyab olan hakim-i şehir hazreti Sa’di’nin:

"بني آدم اعضاي يکديگرند

که در آفرينش ز يک گوهرند

دگر عضوها را نماند قرار

تو کز محنت ديگران بي غمي

نشايد که نامت نهند آدمي"

Beyitleri alem-i islamiyette, fikr-i insaniyetin ne derece tealiyata mazhar olduğunu parlak bir şekilde ispat etmektedir. Acaba! bugün hami-i insaniyet, hadim-i medeniyet unvan-ı mübeccelini hiç kimseye vermeyen, hak ve adaletin yalnız kendi muhitlerinde tecelliyat olduğunu iddiadan kaçamayan akvam-ı garbiyye, insaniyete karşı bu kadar nezih, bu kadar samimi bir muhabbet ve hürmetle mütehassıs mıdırlar? O garplılar ki vakit vakit insaniyetten bahseder, insanı layık olduğu derece-i kusva’ya temeddüne iysal etmek hayallerini izhar eylemekten geri durmazlar, hikmet nedir ki? Menafi-i hasise-i siyasiyelerini temin için sair milletlere karşı her türlü tecavüzatta bulunmayı bir vazife-i maneviyye, bir hasise-i insaniyye telakki eder. İnsaniyet-i münevvere ilelebet giryebar teessür edecek harekat-ı gayr-i laika'dan gücenmezler.

Muhit-i İslamiyette böyle midir? İslamların tarih-i ikbalini mütalaa edenler, edvar-ı şevketini nazar-ı im'aneden geçirenler itiraf ederler ki İslamların insaniyete karşı pek ziyade riayette bulunmuş, hiçbir milletin huku-u meşruasına tecavüzde bulunmayı hatıra getirmemişdirler. Bu muhitin medeniyetinde daima bir safiyet, daima bir letaif ve ulviyet mütecelli olup durmuştur. İşte bunun içindir ki İslamiyet her vakit mütenevvirü’l efkar zevatın kulubu’nu kendine, kendi şüyu-u semaviyesine celbeder, haiz olduğu safiyet-i itikadiyenin parlaklığı, akıl ve hikmete muvafakat-i selimesinde daima tevsi-i daire-i sirayet eyler durur.

Bir kere Bizans imparatorluğu yerine metin-i muhteşem bir hükümet-i İslamiyenin kaim olmağa başladığı zamanı, nazar-ı im’ane alınız. İslamların, anasır-ı saireye karşı gösterdiği nevazişe, ibraz eylediği muamelat-ı adaletperveraneye karşı dikkat eyleyiniz. Bir kere de Garb’ın sahife-i mezalimini göz önünen alarak zavallı Endülüs ahali-i İslamiyesi hakkında gösterdikleri terbiye-i medeniyeyi düşününüz. Henüz hunabe-i mazlumane ile bir levha-i hunin şeklinde inzar-ı telehüffe çarpan o kıta-i fesihanın sergüzeşt-i mağlubiyetini teemmül buyurunuz. Şarklılar ile Garplılar beynindeki hissiyat-ı insaniyeye, efkar-ı medeniyet-i pervaneye pek güzel vakıf olmuş olursunuz.

Amerika kıtasının Hindu denilen yerli kabaili hakkında yapmış oldukları gadr ve i’tisaf dahi medeni Avrupalıların ne kadar insaniyetperver olduklarını gösterir. Vaktiyle otuz milyonluk bir cemiyeti teşkil eden ahaliden bugün ormanlar içinde demgüzar-ı sefalet olmağa mahkum bir milyon kadar nüfus ancak mevcud kalabilmiştir. Zannediyor musunuz ki Garb da o muhit-i adalette! bugün dahi hiç kimsenin hakkı pay-i mal edilmiyor, herkes latif bir hayata, nezih bir maişet-i müsavatkaraneye malik bulunuyor? Hayır, hayır! havza-i Nasraniyete dahil bulunmayan milletlerin hukuku pay-i mal oluyor. Oluyor da biçare mazlumların nuhat-ı hazinaneleri Garbon ve levle-i ihtişamı, avaze-i galibiyeti arasında kaybolup gidiyor. Bizim samah-ı teessüremize tamamiyle aks-ı inzar olamıyor.

Garb'ın ma’kes-i garaib olan cerideleri, yalnız alem-i şark’ın fezayihini, mezalimini teşhir ile uğraşır. Uğraşır da kendi muhitlerindeki mezalimi, hadisat-ı vahşiyaneyi rengin, nazar-ı ferib bir puşide-i tevil altında setre çalışmakdan geri durmazlar.

Garblılar, o hakaniyetperver! Ademler, alem-i insaniyetin i’tilasını, herkesin safiyet-i ahlaka malikşyetini arzu eder dururlar iken parlak bir maziye malik olan bir kavm-i necibin, İslam unvan-ı mübeccelini haiz bulunan bir millet-i masumanenin fikren, ahlaken ittihad edeceğini teemmül ile her türlü iyka-ı mevanie çalışmaktan, ittihad-ı İslam endişe-i evham pürsitanesiyle meslübü’l huzur olmakdan bir türlü kurtulamazlar.

Garblıların yalnız kendilerini hami-i ademiyyet addediyorlar da bütün alemi vahşi, bütün alemi mahrum-u meali zannetmekden beri gelmezler.

Bir kere insaf edip düşünmelidir ki; garb'ın bugünkü parlaklığından, bugünkü medeniyet müşa’şaasından eser yok iken Şark’ın ufuklarında tulu’ eden şems-i münir-i İslamiyet, huyutu’ş şua’ saadetiyle cihan-ı beşeriyete nurlar yağdırıyordu.

Gariptir ki biz bu hakaika pek güzel muttali bulunduğumuz halde yine Garb'ın celail-i ahlakiyesini! alkışlamaktan, Garb'ın terbiye-i ruhiyesini taklide çalışmaktan kendimizi alamıyoruz.

Biz her kemali, her haslet-i mübecceliyeyi, kevkebe-i ahlakın şuyununa ihtifası olan Garb ufuklarında arar isek pek karanlık bir muhitin temevvücat-ı zülamı arasında kalırız. Evet, biz Garb’ın kemalat-ı maddiyesini, keşfiyyat-ı fenniye ve sınaiyyesini bırakır da mesavi-i ahlak ve rezail-i adatını numune-i imtisal ittihaz eder isek, kendimizi akvam-ı garbiyenin baziçe-i iğfalatı olmakdan kurtaramaz, mahvolur gideriz.

"Bir hamiyyet şinas ferzane

Yapamaz cümbüş-ü frengane

Bize lazım muhsanat-ı frenk

Yoksa lazım mı kefş ve came-i tenk"

Vakıa bugün hiçbir millet kendi kendine idame-i mevcudiyet edemez, ihtiyacat-ı siyasiye ve içtimaiyesini izaleye muktedir olamaz. Medeniyet-i inkişaf-ı taamme mazhar oldukça akvamın yekdiğere merbutiyeti tezayid eder. En muhteşem, en şa’şaadar milletler bile milel-i sairenin terakkiyatı maddiyesinden, asar-ı münevveresinden müstağni olamaz. Lakin şu da bedihidir ki yine hiçbir millet hissiyat-ı milliyesinden tecerrüd, ahlak ve adab-ı kavmiyesinden teneffür ederek akvam-ı sairenin adat ve ahlakını kabule tehalük göstermek tenezzülünde bulunmaz.

Hususiyle biz semavi bir dinin, mukaddes bir kıtab-ı lahutiyenin sa’ye-i feyzinde terakkiyat-ı maneviyyemizi temin, nezehat-ı ahlakiyemizi muhafaza edecek her güne vesail-i lazimiyeye malik bulunduğumuzdan bu babda hiçbir millete arz-ı iftikar etmez ve etmeğe mecburiyet hissetmez.

Lakin şu acı hakikatide itiraf ederiz ki İslamiyet tekemmülat-ı dimağiyemizi temin, safahat-ı fikriyemizi tezhip hususunda her türlü füyuz-u maneviyesini ibzal etmiş olduğu halde biz hakkıyle istifade edemiyoruz. Hala cehalet dalgaları arasında yuvarlanıyoruz. İslam'ın gösterdiği şehrah-ı selameti takip ederek bir saha-i nuraniyete vasıl olamıyoruz.

Bilmem nedir o hal-i garip! O ihtiras-ı elim ki! Maddeten mana-yı müttehid olan bir kitle-i muazzamanın ahının intizamını ihlale çalışıyor. Biçare İslamlar, nasıl bir kuvve-i müessirenin, nasıl bir muhassala-i ihtirasın dest-i kahrında zebun oluyor? Nasıl bir elektrik pilin mağlub incizabı olarak ihtizazat-ı gayr-i ihtiyariyede bulunur? Bilemem!

Herkes dehan-ı iştihasını açmış, mevcudiyetimize karşı inzar-ı ihtirasını atfeylemiş olduğu halde biz İslamlar hala uyanamıyoruz! Vakit vakit memleketimizin bazı cihetlerinde mazlum, bi-günah kardeşlerimizin hunabe-i şehadeti topraklar üzerine dökülüp duruyor.

Mensubu olduğumuz din-i celil, her saat her dakika bizleri dalmış olduğumuz huvab nuşin gafletten uyandırmak lütfunda bulunuyor, ("وَاعْتَصِمُو") hitab-ı ezelisiyle samah-ı ruhumuzu okşayıp duruyor iken biz hala uyanmıyoruz! Hala kuvve-i milliyemizin inkisarını muceb ahvalden sakınmıyoruz. Artık uyanalım! Ey millet-i İslamiye! uyanalım. Muhit-i İslamiyetin heva-yı ruhperverini teneffüs ederek bir inşirah-ı ulvi, bir şevk-i pür meali ile elele vererek çalışalım. Tarih-i beşeriyetin müessir, hazin safhalarını okuyup insal-ı atiyenin tenkidat-ı muhikkasına maruz kalmamak için akvam-ı maziyenin fecayi-i ahvalinden hisseyab-ı intibah olalım. Nerede Asya Müslümanları? Kafkasyada bulunan kardeşlerimiz ne halde? Karim-i islamlarının hayat-ı siyasiyeleri ne oldu? Buhara, Hive hanlıkları kimlerin zir-u himayesinde bulunuyor? Cava Müslümanları ne gibi terakkiyattan mahrum bırakılıyor?

Emin olalım ki kendi safha-i ikbalini tenvire çalışmayan, kendi menfaat-i milliye ve hayat-ı içtimaiyesini düşünmeyen perişan atıl milletler, çalışkan, faal milletlerin zir-u pay-i galibiyetinde mahv ve bi-nişan olmağa mahkumdurlar.

Lakin samah-ı ruhuma çarpan bir nida-yı hatifiyenin, bir sada-yı lahutiyenin temevvücat-ı latifesinden anlıyorum ki artık alem-i İslamiyette bir intibah, bir fikr-i i’tila tecelli etmiş, kevkebe-i ikbalimizi çoktan beri istila eden husuf, edbar-ı zevalpezir olmağa başlamıştır.

Mekteb-i Kudat talebesinden Erzurumlu Ömer Nasuhi