Kâinat’a Bir Nazar - 16 Ocak 1911
16 Ocak 1911
Kâinat’a Bir Nazar - 16 Ocak 1911
Kâinat’a Bir Nazar - 16 Ocak 1911
Hicri: 15 Muharrem 1329, Rumi: 3 Kanunisani 1326
Beyanül Hak - 4. Cilt 93. Sayı
"تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَإِنَّهَا
مِنَ الْمَلَائِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ إِلَيْكَ رُسُلٌ"
İnsan, gözlerini safahat-ı kâinat’a atfedince, fikrini nurlar içinde bırakacak nice menâzır-ı latîfiye-i müşâhedeye muvaffak olur.
Mai, latîf semânın o fezâ-i şa‘şa‘a nisār’ın temâşâsından mütehassıl tulûat-ı fikriyye, sunūhat-ı kalbiyye ne kadar parlak, ne kadar âlîdir.
Her gün başka bir taravetle tulu’ ederek letafetiyle, tele’lüatiyle ufukları yaldızlayan zerin güneş ne kadar ruhani, ne kadar cami-i mealidir.
Lakin bu harika-i meşiyyetin akşama karib her tarafa, sönen ziyalarını neşrederek ğuruba başlaması, ufukta hunin bir manzaradan başka bir eser bırakmayıp na-bedid olması ise ne derece müessir, ne derece hüzn-i averdir.
Kevkebe-i nehar’ın ğurubunu müteakib, kalbi istila eden tesiratı ancak başka bir melahatle, başka bir nuraniyetle tulua başlayan rengin, muhteşem mehtabın, zerin, lem’a nisar Sitarelerin gösterdiği çehre-i tebessümperver izale edebilir. İnsan bu parlak parlak ecram-ı felekiyeyi temaşa ettikçe azamet-i rabbaniyeyi tebcile, kudret-i zahire-i subhaniyeyi takdise başlayarak bi-ihtiyar;
‘’واذا نظرت الى السماء بنظرة
فارى السماء تدل انك واحد
واذا نظرت الى الكواكب نظرة
فارى الكواكب للمكوكب شاهد’’
Diye vahdaniyet-i ilahiyeye karşı serfuru perde-i ihtiram olmağa çalışır.
Feza-yı Asuman, bu kadar envar-ı tecelliyata mazhar olduğu halde, içinde yaşamakta olduğumuz seyyare-i arzın, bu bedia-i kudretin dahi kendine has bir letafeti, bir mehasin-i tabiyyesi yok mudur? Acaba zerrat-ı kâinat içinde bir şey varmıydı ki nezehat-ı fıtriyeye, binlerce letaif-i lahutiyeye cilvegah olmasın?
Bahar-ı eş’a nisar’ın feyz-i kudumiyle güşayiş bulan rengin rengin çiçeklere baktıkça, ağaçların yeşil yeşil yaprakları üzerinde zümrüdin levhalar tersi’ eden pırlanta elmaslar gibi parlayan şafak, münevver jaleleri temaşa ettikçe, bala-yi cebelden dökülen şelalerin, seriu’l cereyan ırmakların, sahillere çarpan mütemevvic denizlerin terane-i ruhperveranesini işittikçe insan için ğışa olmamak kabil midir?
Hassas, nezihu’l fikir bir şair için bu kadar elvah-ı münevveri temaşa edip de;
‘’تأمل في نبات الأرض وانظر
إلى آثـار مـا صـنـع المليك
عـيـون مـن لجـيـن شـاخـصـات
بـأحـداق كـمـا الذهب السبيك
عـلى قـضـب الزبـرجد شاهداتٌ
بـــأن الله ليـــس له شــريــك’’
Beyitleriyle tezyin-i lisan etmemek tasavvur olunamaz. Hayfa ki hazan-ı hazin gelir gelmez bahar-ı münevverin, o mevsim-i latifin perverde-i iltifatı olan dil-nişin varaklar sarı olup solar. Zarif zarif şükufeler teverrüm etmiş bir nazenin gibi karin-i fena olup gider. Tulu’a karşı terennümata başlayan güzel güzel kuşcağızların zemzemeleri işitilmez olur. Kesif kesif bulutların zemine karşı yağdırdığı baran katreleri gariban gibi fuad-ı beşerde bir hiss-i hazin uyandırır. İnsan bu manzar-yı fecianın karşısında dahi;
‘’Kimdir bu bağı böylece pejmürde hal eden?
Evrakı sebz-i rengile behcet feza iken.
Solmuş niçin çimenleri, evrakı, gülleri?
Susamış anadil-i avazeperveri?
Bir heykel-i kadide müşabihi bugün neden?
Her yer şecer-i cevahir-i ezhara ğark iken.’’
Nuhatiyle teessürat-ı kalbiyesini, tehicat-ı ruhiyesini izhar etmeden kendini alamaz.
İşte afaka, kitab-ı kâinat a dikkat olundukça kudsiyet-i ilahiyeyi gösterir, vahdaniyet-i samedaniyeye delalet eder daha nice Bedialara tesadüf olunur.
Bir kerre de lehaz-ı intibahımızı nüfus-u natıka-i beşeriyeye irca edelim; beşer ne garip, ne mükemmel, ne kadar cami-i mehasin bir mahluk, acibü’l Hilkattir.
Ruh-u beşeriyetteki letafet, kuvve-i fikriye ve havass-ı tabiyesindeki mükemmeliyet-i efkar-ı münevverenin, dühat-ı hukemanın anlayacağı mertebeden binlerce mertebe alidir.
Ey beşer ! ey numune-i ulviyet! Gözlerin önünde parlayan bu kadar elvah-ı zarifeyi, bu kadar asar-ı münevvere-i ilahiyeyi düşün. Kudret-i fatıranın azametini, celal ve mehabetini mülahaza et, mebde-i kâinat barigah-ı vahdetpenahına karşı cebin say-ı ubudiyet olmağa çalış;
‘’جهان مرآت حسن شاهد ماست
فشاهد وجهه فی کل ذرات’’
Ey beşer! ey nüsha-i kemalat! Dide-i basiretini aç, tarih-i alemi oku, ümem-i maziyenin bugün topraklar içinde bi-nişan olan o koca ademlerin següzeşt-i sefilanesini mütalaa et. A’mal-i redie’den, nümayilat-ı gayr-i meşruadan kaçın. İhtirasat-ı nefsaniyenin, infialat-ı vicdaniyenin mağlubu olma. Fikrini hissiyat-ı diniye ile tenvir, vücudunu mekarim-i ahlak ile tezyin etmiş olduğunu;
‘’ما صافد لانيم بكس كينه نداريم
خلقى كه بما دشمن وما باهمه ياريم
ما شاخ بلنديم پر از ميوهٔ توحيد
هر رهكذرى سنك زند عار نداريم’’
Beyitleriyle parlak bir surette ispat et ki bir nam-ı meal-i insan ihrazına muvaffak olmuş olasın.
Mekteb-i Kudat müdavimlerinden
Erzurumlu Ömer Nasuhi