İntişar-ı İslam Tarihi

22 Ocak 1925

İntişar-ı İslam Tarihi

İntişar-ı İslam Tarihi

22 Ocak 1925-Hicri: 26 Cemaziyelahir 1343 , Rumi: 22 Kanunisani 1341- Sebilürreşâd

Sayı: 25. Cilt 635. Sayı

Tarih-i İslam mütalaası kadar insanı latif tefekkürata gark eden hiçbir şey yoktur. Tarih-i İslamın edvar-ı ali-i islamiyeye ait olan her sahifesi insanı başka bir zevke, başka bir hiss-i ulviye müstağrak eder. Hele zübde-i kainat aleyhi ekmelü’t tehaya efendimizin o ulviyet ve nezahetini tasvirden kutsilerin bile aciz kaldıkları hayat-ı seniyyelerini insan, nazar-ı mütalaaya alınca pişgah-ı tefekküratında ne nurani levhalar tecelli eder, ne lahuti manzaralar parlayıp durur.

Ya rab ! o ne ulvi hayat, o ne muazzam mucize ! o hayat-ı ulviden daha muazzam bir mucize nasıl tasavvur olunabilir ki onun tuluuyla beraber nice kesif sehabeler afak-ı beşeriyetten açılıyor, nice muzlim cihanlar nurlar içinde kalıyor, nice kasvet-engiz muhitler birer şükufezar beheşti halini alıyor, nice zulmet karin vadiler birer tecellizar-ı hidayet suretine inkılap edip duruyor. O ulvi hayatın şaşaası ne kadar azim, ne kadar daimi bir kuvve-i ittisaiyeye maliktir ki tenvirine muvaffak olduğu kalpler günden güne çoğalıyor, incilasına bais olduğu muhitler günden güne başka bir vüsat iktisap ediyor.

o nezih hayatın, o bi-nazir peygamberin tarih-i ulvisine, mahiyet-i dünyasına dair Müslümanlar tarafından yazılan asar, şayan-ı hayret bir miktardadır. Bu mübeccel asar, öyle birer irfan hazineleridir ki bunlardan şarklılar da garplılar da asırlardan beri müstefit olmaktadırlar. Biz bu asarı okudukça şüphe yok ki pek büyük bir inşiraha mazhar oluruz, kalplerimiz pek derin bir hiss-i mübahat ile ihtizaza gelir, gözlerimizden pek berrak iftihar katreleri serpilir. Mamafih peygamber-i zişanımızın tarih-i hayatına, din-i mübinimizin mahiyet-i ulviyesine dair bize yabancı olan milletlerin uleması, hukeması tarafından yazılmış ciddi eserleri okudukça da yine hiç şüphe yok ki ruhen başka bir feyz-i inşiraha nail oluruz, kalplerimizde daha başka bir hiss-i iftihar lem’an edip durur.

İşte nebiyy-i alişan efendimizin hayat-ı seniyyelerine, din-i islamın suret-i intişarına, ahkam-ı diniyemizin hikmet ve ulviyetine dair müsteşriklerden ve Londra darül fünunu muallimlerinden Arnoldun yazmış olduğu gayet mühim bir eser acizlerin de bu inşirahı, bu hiss-i ruhiyi tevlit etti.

Fuzala-yı İslamiye arasında kendilerine büyük bir mevki-i imtiyaz temin etmiş olan Çerkeş şeyhzade Halil Halit beyefendi tarafından (intişar-ı islam tarihi) unvanıyla lisanımıza tercüme edilerek kütüphane-i millimize ithaf olunan bu kıymetli eser, son zamanlara kadar garp uleması tarafından İslamiyet hakkında yazılan eserlerin hiçbiriyle kabil-i kıyas olmayacak surette munsıfane,bi-tarafane yazılmıştır.

Müellif, sair bir kısım müsteşrikler gibi hissiyat-ı milliyesine, muhitinin efkarına tabi olarak tağyir-i hakayıka tasaddi etmemiş, bilakis meali-i islamiyeyi itiraf etmek meziyet-i ahlakiyesini ibraz etmiş, islamiyetin safiyetine, ulviyetine karşı bir meclubiyet göstermiştir. Yazdığı bu nafi hakikat-i tarihiyeye muhalif bazı fıkralar mevcut ise bunlar da sair hıristiyan müelliflerin asarından muktebes parçalara münhasır gibidir. Hatta bunların bir kısmını da kendisi bilmuhakeme tashih etmiştir.

Malumdur ki garp müelliflerinden birçokları din-i İslamın mahiyet-i kevniyesini, hassa-i cazibiyetini bihakkın takdir edemedikleri için İslamiyetin o harikulade intişarını kılıç kuvvetine atfetmek istemişlerdir. Müellif ise eserinin birçok sahifelerinde bu iddianın butlanını ispat ediyor, islamiyetin tevessüüne saik olan hakiki sebepleri pek munsıfane bir surette teşrihe çalışıyor, ez cümle diyor ki ;’’ ehl-i İslamın avail-i hakimiyetinde hıristiyan tebaaya böylece teşmil edilen hürriyet-i itikadiyeye nazaran kılıcın ihtidada bir amil olduğu hakkında umumen cari olan farziyatın hiç de makbul olamayacağı tezahür eyler.’’

Müellif, din-i Mübin-i islamın Asyada, Afrikada,Avrupada ve sair muhitlerde ne suretle intişar etmiş ve etmekte bulunmuş olduğunu kitabının muhtelif fasıllarında teşrih ediyor. Bu baptaki tetkikatı cidden şayan-ı hayrettir. Kitabının medhalinde diyor ki ‘’kendi dinlerinin hak olduğu hakkındaki şevklerinden dolayıdır ki Müslümanlar islamın beşaretini her girdikleri memlekete götürmek vazifesiyle mülhem bulunurlar.’’

Kitabın diğer bir sahifesinde de bu irşat vazife-i diniyesi ulema ve fukaha tarafından ifa edildiği gibi islam emirleri, tacirleri, kadınları hatta esirleri tarafından da pek halisane bir surette edildiği beyan olunuyor ve deniliyor ki ‘’afrika-yı vustada Belçikalılar tarafından idama mahkum edilmiş olan meznunin-i siyasiyeden bir Arap, kendisine teselliyet-i diniye vermek yani zavallı Müslümanı son dem-i hayatında hıristiyan yapmak üzere gönderilen hıristiyan misyonerini son dakika-i hayatına kadar islama getirmeğe çalışmıştır.’’

İşte ‘’ كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ’’ ayet-i celilesiyle şanları i’la buyrulmuş olan hakiki Müslümanların şiarı budur.

Her müslim, kendi dininin hakikatini,kutsiyetini pek güzel takdir ettiği için bu semavi dinin pertev-i feyzinden bütün beşeriyetin müstefit olmasını halisan li-vechillah arzu eder ve bu hususta uhdesine teveccüh eden vazife-i irşadı hikmetle,meviza-i hasene ile, münazarat-ı ilmiye ile ifaya çalışır.

Bilumum beşeriyeti hıristiyan yapmak için garplıların ne kadar fedakarlıkta bulundukları malumdur. Bu bapta ne kadar muntazam dini müesseseler vücuda getirmişler, bu husustaki emellerinin husulü için ne kadar itina ile çalışmakta bulunmuşlardır. Müellif bunları itiraf ediyor. İslam heyet-i içtimaiyesine gelince meatteessüf bu gibi muntazam müesseselerden, dini faaliyetlerden matlup derecede eser görülmüyor. Lakin bununla beraber yine her Müslümanın doğrudan doğruya kendisini islamiyetin tevessü ve tealisi hususunda mükellef addetmesi Müslümanlığın intişarı hususunda pek mühim bir amil olmuştur. Müellif Arnold cenapları Müslümanların bu ferdi teşebbüsatına işaret ederek diyor ki ;

‘’diyanetin intişarı için ihtisas dairesinde teessüs etmiş bir sınıf ruhbanın madumiyetinden mütevellit zarar ne derecede bulunursa bulunsun mümin münferit üzerine terettüp eden hiss-i mesuliyet ile tazmin edilmiş olur. Mümin müslim ile Allahı arasında mutavassıt bulunamayacağından onun selamet-i şahsiye-i ruhaniyesinin mesuliyeti yalnız kendi nefsine ait olur. Binaenaleyh öyle bir Müslüman vezaif-i diniyesinin ifasında daha sıkı ve daha dikkatli davranır, dininin ahkamını ve ifa-yı vecaibini öğrenmek için daha ziyade mütehassıs olur ve mümin olmayanlar muvacehesinde mensup olduğu dinin sanat-ı irşadiyesinin bir müfessiri haline girmesi muhtemeldir. Böylece kendiliğinden misyonerlik eden bir Müslüman, hidayete getirebileceği bir kimseyi,kilise mensubunu arasına resmen dönme kabul eden sıfat ve makam-ı ruhani sahibi bir vaiz huzuruna sevk eylemek mecburiyetinde değildir. Binaenaleyh ekseriya serdedildiği veçhile her Müslüman kendi dinin misyoneridir demekte büyük bir mübalağa bulunmakla beraber bir hassa-i hakikati mündemiçtir.’’

Müellif, akaid-i islamiyenin edille-i akliye ile müeyyed olduğunu tasrih ediyor ve bu cihetle İslamiyet, hıristiyan mütefekkirleri üzerinde icra-yı nüfuz eylemiş ve bunlar ‘’ o zamanlardaki meyl-i galibi her gayr-i mümkün olan şeye iman etmek bulunan bir dinden çevirmiştir’’ diyor. Daha sonra islamiyetin o harikulade intişarının esbabını ta’dad sırasında şu beyanatta bulunuyor :

‘’şimdi Müslümanların mühtedi kazanmaktaki muvaffakiyetlerinin esbabından bazılarını mütalaa edelim : bu esbabın başlıcalarından birisi de akaid-i islamiyenin sadeliğidir. لَا اِلَهَ اِلَّا اللهْ مُحَمَّدُ الرَّسُولُ اللهْ

tefhimi gayet basit olan bu iki hükm-ü imana muvafakat etmek mühtediden beklenen şeyin başlıcasıdır. Muğlak ve mürettep tabiratla ifade edilen hiçbir işaret ve hiçbir meclis-i ruhani tarafından amme-i müminine kabul ettirilmek istenildiğine dair akaid-i müslime tarihi hiçbir misali havi değildir. Bu sade mezhep bir ademin imanının denemek istemez ve alel ıtlak usreti mahsus-u idrake dahi ihdas eylemez ve en madun bir irfanın bile havsala-i tefehhümüne sığar, ilahiyat vakayi-i mesnuası ile mukayyet bulunmadığından herkes tarafından ve hatta ilahiyat ıstılahatından behremend olmayan bir kimse canibinden bile teşrih edilebilir…’’

müellif, islamiyeti, bu sade mezhebi öğrenen,kabul eden bir mühtedinin vezaif-i ameliyesi yalnız şehadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, ramazanda oruç tutmak, hacca gitmekten ibaret olduğunu beyan ediyor sonra da bu mukaddes vazifelerin ahlaki,içtimai menafiini,hikmet-i şeriyesini teşrih ederek diyor ki :

‘’her gün evkat-ı hamsede ibadet eylemek dahi mühtedi kazanmak ve kazanılan mühtedileri muhafaza eylemek hususlarında pek müessir bulunur. Montesko şu sözleri pek haklı olarak söylemişti : ‘’icra-yı ahkamıyla amel olunmasını ziyadece emreden bir din, o ameli az emreyleyen diğer edyandan ziyade kendisine merbutiyet hasıl eder. Devamlı surette iştigal edilen şeylere daha sıkı surette merbut kalınır.’’ Hakiki bir Müslüman kendi dinini hemen her vakit pişgahında maruz-u arz eyler ki bu halden yalnız ibadet eden değil, onu temaşada bulunan kimse dahi bir tesir-i hüsn hisseyler.’’

Müellif, namazın ulviyetini tasvir ettikten sonra fariza-i zekat hakkında da diyor ki : ‘’zekat dahi müminlerin uhuvvetini daima ihtara medar olan bir vazifedir. Bu da bir nazar-ı mezhebiyedir ki cemaat-i islamiyede şayan-ı dikkat bir surette mevki-i tatbike konulmaktadır. Yeni mühtediler hakkında ibzal olunan a’mal-ı rahimanede bunun tezahürü nadir değildir. Irkı,rengi,ma sebak-ı vaziyeti her ne olursa olsun her bir mühtedi, uhuvvet-i müminin dairesi dahiline alınır ve müsaviler arasında o da bir mevki-i müsaviye mazhar olur.’’

Müellif, din-i celil-i islamın haşa hevesat-ı nefsaniyeye müsait bir din olduğuna dair hıristiyan rüesa-yı ruhaniyesi tarafından li-garzın meydana atılmış olan bir iddiayı tezyif için fariza-i savm hakkında da şu mütalaada bulunuyor :

‘’ramazanda oruç münasebetiyle de yalnız şu nokta izaha muhtaçtır ki islamiyetin hevesat-ı nefsaniyeye müsait bulunmasıyla insanları cezbeylediği hakkındaki nazariye aleyhinde emr-i sıyam bir delil-i kavi ve benam teşkil eder.’’

Müellifin fariza-i hac hakkındaki şu pek mühim beyanatını da kaydedelim : ‘’hac, cihanın aksam-ı muhtelifesindeki ecnas-ı mütebayineye mensup ve elsine-i müteaddide ile mütekellim müminlerden bir cemaatin diyar-ı müteferrika-i baidelerinde evkat-ı hamsede hususi ibadat sırasında kıble olmak üzere yüzlerini çevirdikleri mahall-i mukaddesede senede bir kere müçtemian icra-yı ibadet eylemelerini muciptir. Müminlerin efkarı üzerinde bir hayat-ı müştereke hissi ve rabıta-i diniye dairesinde bir uhuvvet tesiri hasıl etmek için hiçbir deha-yı mezhebi bundan daha iyi bir tedbir tasavvur edemezdi. İşte o kıblegahtaki ibadet-i müşterekenin icra-yı ulvisinde garbi afrika sevahilinden gelen bir zenci, meşrik-i aksadan gelen bir çinliye tesadüf eder, nezaket ve tavr-ı mühezzeb sahibi bir Türk Müslümanı malaya denizin en uzak bir adasının beyabanından gelmiş bir dindaş görür. Aynı zamanda bütün alem-i İslamdaki müminler kendi memleketlerinde kurban bayramı ayinini icra ederlerken kalpleri arz-ı mukaddesede içtima etmiş olan ihvan-ı muttekiye hakkında bir teveccüh ile mütehassıs bulunur. Arz-ı mukaddesi ziyaret etmek birçok Müslümanlarca fi sebilillah çalışmak için bi tecrübe-i muhrike hükmündedir. Nitekim bundan evvelki sahayifin bazılarında da kerraren zikredildiği üzere huccacdan birçokları fiilen din mübbeşirliği etmişlerdir.’’

Ömer Nasuhi