Hikmet-i İslamiye
6 Mayıs 1912
Hikmet-i İslamiye
Hikmet-i İslamiye
6 Mayıs 1912
Hicri: 19 Cemaziyelevvel 1330 , Rumi: 23 Nisan 1328-Beyânülhak
Sayı: 7. Cilt 157. Sayı
Bismillahirrahmanirrahim
İslamiyet, cemiyet-i beşeriyenin her türlü tekemmülat-ı maddiye ve maneviyesini mütekemmil olduğundan her nevi ulum ve fünunun tahsilini emretmiş, beşeriyetin terakkiyat-ı fikriyesini temin için elvah-ı ğarra-yı kainatın mütalaasını tavsiyeden geri durmamıştır. Ezcümle ilm-i hikmet vasıtasıyla hakayik-i eşyaya itla-i müyesser olacağından Şari-i Mübin hazretleri bir ilm-i celil ile tezyin-i zat edenlerin kadrini (وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ) nazm-ı şerifiyle i’la buyurmuştur.
Risaletmeab Efendimiz dahi (الحكمة ضالة المؤمن فحيث وجدها فهو أحق بها) emr-i nebevisiyle ümmetlerini tahsil-i hikmete teşvikte bulunmuşlardır. Ebu Osman Mağribi der ki ; ‘’ Hikmet, bir nur-u ilahidir ki ilham ile vesvesenin beynini temyiz ve tefrik eyler.’’
Bir hakim, nazar-ı hakimanesini ecram-ı lem’a-i semaya atfeder. Mebde-i kainatın ne büyük olduğunu tefekkür ile ğaşy-i mutlak haline gelir, gözlerini kemal-i hudu’ ile saha-i zemine irca eder. Kudret-i fatıranın binlerce eser-i münevverini karşısında görür, zümrüdin çimenler, dilnişin çiçekleri müşahade ederek, bunların elvan-ı dilferibine, vaziyet-i dilpezirine meftun olur. Yaprakların üzerindeki berrak berrak zalelerin parıltısını gördükçe meclub-u letafet olarak ezvak-ı ruhiyeden mütehassıl bir hiss-i garip ile ağlamaya başlar.
Hakim-i şehir Fahrurrazi (اِنَّ فٖي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ ) nazm-ı şerifinin tefsirinde (ويل لمن قرأها ولم يتفكر فيها) hadis-i şerifini naklettikten sonra İmam Ali’den rivayeten der ki; ‘’aleyhi ekmelüttehaya efendimiz geceleri kalktıkça çeşm-i lahutisini semaya nasb ederek (اِنَّ فٖي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ) nazm-ı ilahisini okurlar idi.
Müfessir müşarun ileyh hazretleri diyor ki ; ‘Delail-i tevhid,delail-i afak ve delail-i enfüsten ibaret olmak üzere iki kısma münhasırdır.Lakin delail-i afak daha acip, daha azimdir. Hatta (لَخَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اَكْبَرُ مِنْ خَلْقِ النَّاسِ) ayet-i celilesi de bunu müeyyeddir. Nasıl bedi’ ve azim olmasın ki insan yalnız bir küçük bayrağın uruk-u müteşa’ibe ve cazibe-i gızaiyyesine baktıkça hükm-ü ilahiyeyi müşahade eder, bir kudret-i baliğanın eser-i sun’u latifi olduğunu idrake muvaffak olur.
İşte kitab-ı kainatı mütalaa, asar-ı bedia-i Sübhaniyeyi tetebbu hususunda en büyük rehber ilm-i hikmettir.
Seyyid Şerif (الحكمة علم يبحث فيه عن حقائق الأشياء على ما هي عليه في الوجود بقدر الطاقة البشرية) diye ilm-i hikmeti tarif eylemiştir. Evet ilm-i hikmet, kainat-ı ulviye ve süfliyeden bahseder.İnsanı,kudreti beşeriye derecesinde hakayik-i mevcudeden haberdar eyler. Hatta bütün mevcudatı yoktan var eden zat-ı Bari’nin uluhiyetinden bahsedecek kadar i’tila gösterir. Bu halde hikmet, ilahiyat ile mevcudat-ı saireden maksat bahis bir ilimdir denilebilir. Mevcudat-ı saireden maksat, riyaziyat, tabiyyat, ruh, ahlak gibi şeylerden ibarettir.
İlahiyat hususunda hukemanın ehl-i şeriate nispetle pek aşağı bir mertebede kaldıkları azade-i beyandır. Ancak Farabi, İbni Sina, Fahreddin gibi hukema-yı İslamiye; şeriat-ı ğarra sayesinde hikmeti evc-i bâlâ-yı terakiye is’ad ederek felsefe-i hakikiyeyi meydana koymuşlardır.
İlahiyyun’un reisi Aristoteles’tir. Müşarunileyhin mektebine müntesib olanlar derlerdi ki; “Cenab-ı Allah kadim olduğu gibi ukul, nüfus, ecram-ı semaviye, heyula-i anasır dahi kadîmdir. Subhanehu ve tekaddes hazretleri yalnız illet-i tesiri itibariyle cümlesinden mukaddem addolunur’’. Lakin bunların bu gibi akval ve efkar-ı sahifesi mütekellimun hazeratı tarafından edille-i muknia ile cerh olunarak, (كان الله ولم يكن معه شيء) medlulünce hakikat-i mesele tenvir ve tahlil olunmuştur.
Mutasavvifin, hususiyle İmam Gazzâlî hazretleri der ki ; “Zat ve sıfat-ı ilahiyeden başka ezeli ve ebedi hiçbir şey yoktur. Eğer eşya kadim ve ebedi olsa idi bütün kainatın kudret-i azime-i subhaniye ile vücud pezir olduğu nasıl anlaşılabilirdi?’’ Karşımızda parlayan şu mütelevvin şükufelere bakalım, yaprakların haiz olduğu elvan-ı münevvere ne kadar latif bir tarzda göze çarpıyor. Bu renkler tabii bir şey olup ziya-i şems vasıtasıyla vücuda geldiği anlaşılabiliyor. İşte bu bir misal. Anlaşılıyor ki sani-i kerim’in irade ve meşiyeti, eşya-yı mevcudenin fenasına taalluk ettiği gün dahi bütün mükevvenatın sıfat-ı vahdet ile muttasıf olup helake maruz bulundukları tezahür eyleyecektir.
Hasılı hikmet-i ilahiyata ait kısmını bihakkın ta’mik ve tetkik, beşeriyet için mümkün değildir. Ulum ve fünun ne kadar teali ederse etsin, efkar-ı beşeriye ne derece tenevvür eylerse eylesin yine insanların hakikat-ı ilahiyeyi idrakten aciz kalacakları zaruridir. Binaenaleyh:
ترك التفكر تسليم لخالقه
فلا تفكر فإن الفكر معلول
إن لم تفكر تكن روحا مطهرة
جليس حق على الأذكار مجبول
Beyitleriyle ilan-ı acz ederek hikmetin ilahiyata ait kısmından bahsetmeyeceğim. Ancak bir mukaddime olmak üzere şunu arzederim ki mevcudat iki kısma ayrılır: Kısm-ı evvel mevcudat-ı maneviyedir. Bunlar ma’kuletten olmakla asarının delaletiyle idrak olunur bu da iki nevidir. Nev-i evvel, mevcud-u kadim gayr-i mahluktur. Zat-ı ehadiyet gibi. Nev-i sani mevcud-u hadis mahluktur. Ruh gibi. Kısm-ı sani mevcudat-ı maddiyedir ki havass-ı zahire ile bilinirler.
İşte bu muhtasar makalede mevcudat-ı maneviyeden bahsedilemeyeceği gibi mevcudat-ı maddiyeden de bittafsil bahsetmek imkan haricinde olduğundan yalnız azamet-i ilahiyeyi gösterir bazı mevadd-ı ilmiyeye dair malumatı vermek isterim. Şöyle k; Sani-i Hakim hazretleri mukteza-yı hikmet-i sübhaniyesiyle, pişgahı temaşamızı nurlar içinde bırakan ecram-ı felekiyeyi pek bedi’ bir surette halk ve icad buyurmuştur. Bir kere gözlerimizi asumana ref ederek Hallak-ı cihanın ibda’ buyurduğu avalime dikkat eyler isek milyarlarca ecram-ı mazi-e ve müstezienin bir feza-yı mütenahiyede deveran etmekte, her birinin kendine has, muntazam bir ahenk ile neşr-u lemat eylemekte olduğunu müşahede eyleriz.
Bakınız erbab-ı heyet ne diyor ; “Şu feza-yı bi-payanda gördüğümüz her kevkeb o kadar seri deverana maliktir ki bu sürate nisbetle bir top mermisi sükunet halini irâe eder. Bu sürat saniyede onbin ta yüzbin metre kadar bir hareketten ibarettir. Dikkat edilince yıldızın başlıca iki kısma ayrılmış olduğunu görüyoruz.Bunlardan bir takımı seyyarelerdir ki Güneş’den ziya alırlar diğer takımı ise sabiteler olup kendi mihverlerinde deveran etmekde her biri bir afitab-ı münir addolmaktadır.Bunlar küre-i arza pek baid bir mesafede bulunduklarından Güneş gibi arz-ı çehre-i envar edemiyorlar.
Güneş nedir? Bir alem-i nur-a nur letafettir. Güneş, merkezi alemdir. Güneş, kürevi bir cism-i mazieden ibarettir. Hikmet-i tabiiyye der ki; “Güneş, neşreylediği ziya ile hayvanat, meadin, nebatat nüma bulur; iktisab-ı levn ve taravet eyler. Güneşin ziyası ne renkdedir sualine “beyazdır’’ yahud “zerindir’’ diye cevap vermek kafi mi? Elbette değildir. Çünkü şems-i âlem-tâb’ın ziyası yalnız beyaza yalnız sarıya münhasır olmayıp elvan-ı seb’a’dan mürekkep bulunmaktadır. Şöyle ki ziya-yı şems, müselles bir camdan muzlim bir hücreye aksettirilince haiz olduğu elvan-ı asliyeye (Tayfu’ş Şems) denilir uzunca bir hayal teşkil eder. İşbu hayalden şu renkler göze çarpar; mai menekşe, çivit, yeşil, sarı turuncu, kırmızı. Şöyle birbirinden ayrılmasına sebep bu renklerin yekdiğeriyle imtizaç etmiş bir takım menabi-i münevvere olup müselles cam parçasının istimaliyle birbirinden ayrılır.
Şems, seyyare-i arzdan bir milyon ikiyüz bin kere belki daha ziyade büyük olduğu bugün hey’et, hendese uleması tarafından beyan olunmaktadır. Bu cesametle beraber küremize mesafesi uzak öyle yıldızlar vardır ki Güneş onlara nisbetle bir cüz’ü la yetecezza mesabesinde kalır. Maamafih fezanın vüs’atine nazaran bu büyük büyük alemler birer zerre bile addolunamazlar. Mütekaddimin hukema, mükemmel ve muntazam alat-ı rasadiyyeye malik olmadıklarından ecram-ı felekiyenin bu kadar cesim, bu kadar mütenevvi olduğuna vakıf değildiler. Hukema-yı İslamiye ise Kur’an-ı Azimü’ş Şan sayesinde bu bapta pek büyük malumata haiz olmuşlardır. Malik-i İlahi’nin ne kadar vasi’, ne kadar azametperver olduğunu Hazreti Mevlana bakınız ne kadar güzel teşrih ediyor;
“ اخترانند از ورای اختران
که احتراق و نحس نبود اندر آن
سایران در آسمانهای دگر
غیر این هفت آسمان معتبر
راسخان در تاب انوار خدا
نه به هم پیوسته نه از هم جدا’’
Ecram-ı semaviye içinde en ziyade gözümüze çarpanlardan biride kamerdir. Kamer ne latif, cihan nuraniyettir. Tabiat-ı şairaneyi okşayan mehtap; geceleri letafetçe, halavetçe gündüzlere faik değil midir? Öyle ise kamerden dahi biraz bahsedelim. Kamer, küre-i arzdan kırkdokuz defa küçük bir küre olup bizzat nurani değildir. Sair seyyareler gibi güneşten iktibas-ı nur eder. Kamerin etraf-ı arzda hareket-i intikaliyesiyle kesp eylemekte olduğu hilal, nısf-ı daire, tam daire şekillerine safahat-ı kamer denilir. Kevakib arasında küremize en yakın kamer olduğundan Güneş gibi cesametli görünüyor. Yoksa hurşid-i münire nispetle bir nokta bile addolunamaz.
Birazda nazarımızı kendi seyyaremize atfetmeyelim mi? Kendi me’va-yı latifanemiz olan küre-i arz nedir? Bu küre-i dilnişini tezyin eden bu kadar bedayi-i tabiat bu kadar asar-ı ulviyet kimin icadıdır? İhtiyacat-ı beşeriyemizi izale eden bu kadar mahsulat-ı mütenevvia, bu kadar avatıf-ı celile kimin ihsanıdır? Bunları düşünmeyelim mi? Bütün bu mevcudatın Haliki bulunan Subhanehu ve teala hazretlerini takdis ile başımızı secde-i ubudiyete vaz’ etmek lazım değil midir?
Arz nedir mi dediniz? İşte arzederim.Arz,ekser ulemaya göre sair seyyarat gibi hareket-i daimesiyle fezada sabih ,devvar bir küredir. Maamafih kürevi olmakla beraber iki tarafı biraz basıkçadır. Fakat biz sakini olduğumuz bu kürenin kısm-ı bakisinden uzak olduğumuzdan eşya bize sabit görünüyor ki bu da galat-ı hiss-i basardan neşet etmektedir. Zaten birçok yerde galat-ı his vaki olarak eşyayı olduğu gibi küremiz ezcümle su içinde bulunan müstakim çubuk bir hatt-ı münkesir şeklini alır. Yukarıdan aşağı düşen bir katre bir hatt-ı müstakim irae eder.
Güneş, ufukta bulundukça büyük görünüyor. Vapurda bulunan bir adem, sefineyi sabit, etrafı müteharrik görür. İşte bunlar bütün galat-ı histen zuhur ediyor.
Arzın kürevi olduğu, kudret-i bahire-i ilahiyeye daha ziyade delalet ettiğinden inkara lüzum yoktur. Zaten birçok ulema-yı İslamiye dahi arzın hareket ve küreviyetine kaildirler. Coğrafya hikemi, teşkilat-ı arzdan bahsederek der ki; “Yeryüzünde bulunan tellal ve cibal-i portakal’ın üzerindeki çıkıntıya, girintiye müşabih olduğundan küreliğine halel vermez, arzın kürevi olduğu müteaddid delail ile ispat olunabilir. Ezcümle husuf ve küsuf alâimi, sabahleyin şea-i şemsin ilk evvel zirve-i cibali tenvir eylemesi, deniz kenarında duruldukta uzaktan gelmekte olan bir sefinenin gösterdiği manazır-ı muhtelifesi, bütün ırmakların, çayların denize mansıb olması, ecsamı teşkil eden zerratın küreviyü’ş şekl bulunması kürriyet-i arza birer delildir.
Mefatihu’l Gayb (والى الارض كيف سطحت) ayet-i kerimesinin tefsirinde der ki; “Bazı kimseler bu nazm-ı şerif ile arzın kürevi olmadığına istidlal etmiş iselerde bu istidlal zayıftır. Çünkü son derece cesim olan bir kürenin her kıtası musattah etmiş gibi gibi görünüyor.
Mantıku’t Tayr’ın;
‘’ آسمان را در زبر دستي بداشت
خاک را در غايت پستي بداشت
آن يکي را جنبش مادام داد
و اين دگر را دائماً آرام داد’’
Beyitlerinde arza sükunet isnad olunduğu dahi arzın badi-i nazarda gayr-i müteharrik görülmesi itibariyle olmalıdır. Velhasıl hayat-ı uzviyye ve gayr-i uzviyeden herhangisine ihale-i nazar edilecek olsa, kudret-i ilahiyenin olanca azametle mütecelli olduğu görülür. Ancak bizim gibi hakikat-i şahsiyesini henüz idrak edemeyen acizler için utbe-i uluhiyete cebin say tazarru olarak :
“ سبحان من تحيّر فى صنعه العقول
سبحان من بقدرته يعجز الفحول’’
Demekten başka çare yoktur.
Müntesibin-i ilmiyeden
Erzurumlu Ömer Nasuhi