Amerikalıların Suallerine Cevap II

10 Eylül 1956

Amerikalıların Suallerine Cevap II

Amerikalıların Suallerine Cevap II

10 Eylül 1956-34. Sayfa-Dergi: Sebilürreşad

Sayı: 10. Cilt 228. Sayı

(Cennet, cehennem belirli yerler midir? - Günahlardan kurtulma mümkün müdür? – Dünyaya gelmeden evvelki hayat- Kader meselesi- İnsan ruhu vücuda girmeden bir varlığa malik midir? - Ecel meselesi- Bu hayatın maksadı nedir? - Ölümden sonraki hayat nasıl olacak? )

  1. Heaven and Hall (Paradise)

(Whether tangible, distinct and or real places or conditions of mind or thinking. Do you believe that -heaven- and -hell- are actual places or merely -conditions- of punishment or reward? Can an individual be forgiven of his sins before he dies through any act of his or anyone else living at the time?)

  1. Cennet ve cehennem

(Elle tutulur belirli yerler midir yoksa bir düşünce hali midir? Cennetle cehennemin hakikaten mevcut yerler olduğuna mı yoksa ceza ce mükafat şartları olduğuna mı inanıyorsunuz? Bir kimse ölümünden önce kendisinin veya hayatta bulunan başka bir kimsenin herhangi bir hareketi ile günahlarından kurtulabilir mi?)

  1. Cennet ile cehennem birer mevcut alemdir. Cennet, maddi, manevi, cismani ve ruhani bir sevap ve mükafat alemi olduğu gibi cehennem de yine maddi, manevi, cismani ve ruhani bir azap ve itap alemidir. Bunlar el’an mevcutturlar. Bunlar manen olduğu gibi maddeten de mevcut bulunduklarından kendilerinin göz ile görülüp el ile tutulmaları kabildir. Vaktiyle bu kâinat pek mahdut telakki ediliyordu. Güneş gibi daima nazarlarımıza çarpan parlak, şaşaadar, semavi ecram, en büyük birer küre sayılarak bir kısım gafil insanlar tarafından kendilerine mabudiyet vasfı ile izafe ediliyordu. Halbuki bugün ulum ve fünunun terakkiyatı, mükevvenatın vüsatini, mahiyetini insanlara daha güzel anlatmaktadır. Kâinatın bi-nihaye vüsatına, güneşlerden binlerce derece büyük, ziyadar kürelerin mevcudiyetine bugün herkes muttali bulunmaktadır. Artık vaktiyle cennet ile cehenneme yer bulamayan bazı münkirler, şimdi o kanaatlarından dolayı biraz sıkılmalıdırlar. Evet, mükevvenat böyle bi-nihaye bir vüsata malik olunca cennet ve cehennem namındaki maddi ve manevi iki alemin de varlığını inkara aklen, ilmen imkân yoktur. Binaenaleyh biz Müslümanlar, bunların varlığına inanıyoruz, zaten peygamberler de bütün semavi kitaplar da bu hakikati beşeriyete telkin buyurmuştur. Bir kimsenin kendi günahından kurtulması meselesine gelince, bir şahıs berhayat iken cenabı hakka karşı ne kadar günah işlemiş olursa olsun, daha sağ ve aklı başında iken bu halinden nadim ve pşiman olup tevbe ederse, yani dini ilahinin emirlerine, nehiylerine itaat ve inkıyat etmeğe başlarsa sabık günahlarından kurtulmuş olur. Kezalik, iman ile ahirete gitmiş olan bir müminin bazı günahlarından dolayı afv-ı ilahiye mazhar olması için berhayat bulunan mümin kardeşlerinin dualarda bulunmaları, sadakalar vermeleri faideden hali değildir. Olabilir ki Cenab-ı hakk bu yüzden o mümin kulunun imana münafi olmayan günahlarını affeder. Zaten böyle bir sebep bulunmasa bile Allahu azimüşşanın bazı günahları afv-u setir buyuracağı eltaf-ı ilahiyesinden ümit edilir. Fakat emr-i ilahiye muhalif, zulüm ve gadirden madut, caniyane hareketlere birrıza muvakat etmek, hiçbir kimsenin affına ve vesile olamaz.

Bu gibi hareketler gerek faillerinin ve gerek bunlara razı olanların haklarında gazab-ı ilahinin zuhuruna sebep olur, yoksa böyle hareketler ne canilerin ne de buna razı olanların ne de bu hareketleri makul ve müfit görenlerin afv-ı safhına asla bir sebep olamaz. Bunun hilafına kail olmak akla, mantığa, hikmete muhaliftir.

Şunu da ilave edelim ki herkesin günahı kendisine aittir. Bir şahsın günahı ona sebebiyet vermedikçe başkalarına sirayet etmez. Bir kimsenin günahından dolayı başka kimselerin de günahkâr sayılması akla, hukuk kaidelerine muhalif olacağı gibi adalet-i ilahiye ile de kabil-i telif olamaz.

  1. Pre – existence

(Life of individual in any for before our life here on this earth. Who if anyone has had sun an existence before it came into this particular body? Do you believe that no matter what a person does he will not die until his time to die comes?)

  1. Bu dünyaya gelmeden evvelki hayat

(Bir ferdin yeryüzündeki hayatından önce herhangi bir şekil içindeki hayatı. Kim böyle bir hayata sahip olmuştur? Eğer olan varsa kadere inanıyor musunuz? İnsan ruhu muayyen bir vücuda girmeden önce herhangi bir varlığa malik midir? Bir insan ne yaparsa yapsın eceli gelmeden ölmeyeceğine inanıyor musunuz?)

  1. Biz Müslümanların itikadına göre insan, ruh ile bedenden ibaret bir mahluktur. Ruh, bir cism-i latiftir veya bir cevher-i mücerrettir. Her insanın ruhu kendi bedeninden evvel yaratılmıştır. Bütün insanların daha bu dünya sahasında ispat-ı vücut etmeden evvel ruhları mevcut idi. Cenab-ı hakkın tayin buyurduğu bir alemde yaşıyorlardı. Buna ‘alem-i ervah’ denir. Sonra mukadder olan zamanlarda dünyaya gelen insanların maddi vücutlarına ruhları taalluk ederek veya nüfuzda bulunarak hayat hali zuhura gelmiştir. Demek oluyor ki her insanın ruhu, o insanın cesedine girmeden veya ona taalluk etmeden önce de bir varlığa malik bulunmuştur. Ruhların varlığı gösterdikleri asar ile bedaheten sabit olduğu gibi bunları bu varlığını bütün edyan-ı ilahiyede haber vermiştir. Şu kadar var ki ruhların mahiyetini, tam hakikatini layıkıyla bilip tayin etmek, beşeriyet için kabil değildir. Biz bu hususu ilmi ilahiye havale ederiz.

Kader meselesine gelince biz Müslümanlar kadere mutekidiz. Bu alemde herhangi hadise vücuda gelirse gelsin mutlaka cenabı hakkın ilim ve iradesiyle, kaza ve kaderiyle vücuda gelmektedir. Şu kadar var ki insanların mükellef ve mesul oldukları birtakım fiiller, ameller vardır ki bunlarda insanların say ve hareketlerinin bir alakası vardır. Hak teala hazretleri, insanlara bu kudret ve istitaati, kendilerinin bu fiillerine, amellerine bir sebeptir. Allahu azimüşşan kullarının bu dünyada kendi ihtiyarlarıyla ne yolda harekette bulunacaklarını ilm-i ezelisiyle bildiği için onların bir kısım fiillerini, amellerini kendi ihtiyarlarına göre li-hikmetin takdir buyurmuştur. O halde insanlar, bu hareketlerinden dolayı kendilerini mazur görüp bunları kader-i ilahiye isnat edemezler. Belki takdir-i ilahinin bu veçhile tecellisine kendi ihtiyarlarıyla sebebiyet vermiş olurlar. Bundan dolayı da mesul bir vaziyette bulunurlar. Eğer beşeriyette böyle bir kudret ve istitaat, bir mesuliyet bulunmasa idi insanların bu imtihan alemine gelmelerine, birtakım emirler ve nehiyler ile mükellef bulunmalarına mahal kalmazdı.

Ecel hakkında da biz Müslümanların itikadı şöyledir; ecel, birdir. Ecel, insanın yaşayacağı müddetin nihayet bulmasıdır. Halik-i hâkim hazretleri bir kulunun ne kadar yaşayacağını vaktiyle takdir buyurmuştur.

Bazı kimselerin ömürleri, arızalardan hali bir surette nihayete erer, bazı kimselerin ömürleri de birer arıza neticesinde hitam-pezir olur. Bunlara ait eceller, birer – eceli kaza- namı ile yad olunur. Cenab-ı hak ilmi ezelisiyle bu arızaların vücuda geleceğini bildiği için kullarının ecellerini o veçhile takdir buyurmuştur. Ancak biz ecelin zamanının evvelce bilmediğimiz için hayata münafi şeylerden hazer etmekle mükellefiz. Biz takdir-i ilahinin nasıl tecelli edeceğini bilmediğimiz halde kendi efalimizi takdire isnat ederek kendimizi mesuliyetten azade sayamayız. Binaenaleyh kendi hayatına veya başkalarının hayatlarına suikast eden bir şahıs “ne yapalım ecel bu kadar imiş, takdir-i ilahi böyle imiş!” diye mesuliyetten kurtulamaz.

3- Purpose of this life

(Reason your religion gives for our existence in this world or life)

3- Bu hayatın maksadı. (Bu dünyadaki hayatımız için dininizin gösterdiği gaye)

3- Hayatımız, hakim ve kerim olan Allahu tealanın bir eser-i kudretidir. Cenab-ı hakkın her eser-i kudreti ise bir nice hikmetlere ve maslahatlara müstenittir. Binaenaleyh bizim bu hayatımız da birçok hikmetlere, gayelere müstenit bulunmuştur. Ezcümle bu hayatımızdan asıl gaye, Halıkımızın varlığını, birliğini, kudret ve azametini bilip kendisine halisane ibadetlerde, arz-ı ubudiyette bulunmak, o’nun kutsi emirlerine ve nehiylerine itaat etmek, bunun mükafatı olmak üzere de ebedi selamet ve saadete kavuşmaktır. Bu kâinatta bir gayeye, bir hikmete müstenit olmaksızın abes yere hayat sahasına atılmış hiçbir mahluk yoktur.

4- Life After Death

(Will there be individual identity of persons as we know each other now? Where will life exist after we die? On the day of resurrection what ‘state’ or ‘condition’ do you teach that a person will be in? Will he have a ‘special body’ or be absorbed into another substance?)

4- Ölümden sonraki hayat. (İnsanlar bu dünyadaki şekillerini muhafaza edecekler mi? Öldükten sonra hayat nerede devam edecek? Dininize göre, mahşer gününde insanlar ne hal ve şekilde bulunacaklardır? Hususi bir vücuda mı sahip olacaklar yoksa başka bir maddeye mi girecekler?)

4- İnsan, ruh ile bir cesetten ibaret bir mahluktur. Fakat asıl hakikat-ı insaniye ruhtan ibarettir. Ceset ise ruhun tecelliyatına bir mahaldir. Ruhlar mahiyetlerini daima muhafaza eder. Cesetler ise kendilerindeki bir madde-i asliye baki kalmak üzere vakit vakit inhilale uğrar. Bununla beraber hakikat-ı insaniye asla tebeddül etmiş sayılamaz. Bundan kırk elli sene evvelki bir insan ne ise o insan bugün de aynı insandır. Halbuki cismen birçok tebeddülata uğramıştır. Binaenaleyh ahiret aleminde de insanlar birer ruh ile birer cesetten müteşekkil olup dünyadaki aynı suretlerinde bulunacaklardır. Onların o alemde bedenen daha büyük bir cesamette bulunmaları, daha güzel veya daha çirkin bir suret almaları onların mahiyetlerinin tebeddülünü müntiç olmayacaktır.

Evet, dünyadan ahirete bir mümin olarak gidip orada cennete girmek nimetine nail olacak insanlar, dünyadaki hüsün ve cemallerinden binlerce kat daha güzel, daha mükemmel evsafı haiz bir vücuda malik olacaklardır. Bilakis cehenneme müstahak olacak kimseler de pek korkunç, pek çirkin bir surette bulunacaklardır. Bununla beraber yine insan olmak şekil ve mahiyetini kaybetmiş olmayacaklardır.

Bizler öldükten sonra hayatımız, alem-i ahiret denilen başka bir ebediyet aleminde devam edecektir. İnsanlar mahşer gününde dünyadaki itikatlarına ve amellerine göre ya pek güzel veya pek çirkin bir hal ve şekilde bulunacaklardır. Dünyadaki ruhlarıyla beraber dünyadaki cesetlerinin madde-i asliyesini haiz ve pek güzel veya pek çirkin bir vücuda sahip olacaklardır. Mükafat veya mücazat aynı zevat ve eşhas hakkında cari olacağından insanların ahiret aleminde başka bir maddeye girmeleri yani başka bir mahiyet ve hüviyet almaları mutasavver değildir. Hak ve adalet düsturları bunu muktezidir.

İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen